27 Ekim 2010 Çarşamba

Sislerin ardında Güzel İstanbul

Bugün her zamanki gibi Kütüphanedeydim. Çalışmamı sonlandırdığım saatler, İstanbul'un yoğun trafiginin başladığı saatlere denk geliyordu. Gümüşsuyunda yer alan tıkanıklığı görünce, kara yolu yerine deniz yolunu tercih ettim. Karaköy'den gemiye bindiğimde bu sefer kitap okumak yerine dışarıyı izlemeyi tercih ettim. Çünkü o kadar yorgundumki, açıkcası kitap sayfası açacak takatim yoktu. Güzel bir kentte yaşamanın yanında, tarihi güzelliğini de içinde barındırması da ayrı bir güzel. Karaköy- Kadıköy Hattı sanki deniz üzerinde yapılan bir müze yolculuğu misali, insanı bulunduğumuz zamandan alıp götürüyor. Karşınızda duran tüm heybetiyle Topkapı Sarayı, Minareleriyle İstanbulu İstanbul yapan, Sultanahmet, Süleymaniye, Yeni cami, Bizans'ın simgesi Ayasofya tüm güzelliği ile karşınızda ve size sadece izlemek kalıyor. Topkapı Sarayını neredeyse 5 ya da 6 kez gezdim, bugün gezsem yine doymam. Orayı gezerken bir anda haremin arka odalarından Kösem Sultan geçiyor. Hürrem Sultan, Kanuni'nin dizine yatmış türlü entrikalar çevirmekte, saray mutfaklarında, nefis yemekler pişmekte, Arz Odasında Padişah görüşmelerini yapıyor. Hünkar sofasında yukarıda Sazendeler çalıp söylerken, aşağıda Hanendeler oynamakta, Valide Sultan geçerken bütün Harem erkanı kendine çeki düzen vermekte. Ne zaman Topkapı Sarayına baksam, hep aklımdan bunlar geçiyor. Bazen yaşadığım zamanı unutup, sanki onlar şu an bile orada yaşıyor, izlenimine kapılıyorum. Ne zaman Topkapıyı gezsem, tarihin ayak seslerini duyuyorum, Ne zaman Topkapıya baksam gözümde bunlar canlanıyor.  Bugün yağmura ve hafif sise rağmen o kadar güzeldin ki İstanbul, sana ne kadar baksam doymam. Bazı Kentlere  dişi ya da erkek olarak sınıflandırıyorlar. İstanbul ve Paris dişi grubuna girenler, sanırım insanların gönlünü çalan, aşkıyla serseme çevirdiklerinden:))

21 Ekim 2010 Perşembe

Keşke Gerçek Olsa, Sizi Tekrardan Görmek- Marc Levy

Geçen hafta pazar günü sonunda aradığım kitabı buldum. Aylar öncesinden şipariş verdiğim kitabı, pazar günü buldum. Belki de yayını bitmişti ve yeniden basmışlardı o konuda tam olarak bir şey söyleyemiyeceğim. Kitap iki  ciltten oluşan muhteşem ötesi bir kitap. İkinci kitap ise hemen hemen her yerde bulunuyor, birincisini bulmak zor:) İlk kitabı pazar akşamı, ikinci kitabı ise pazartesi günü bitirdim

Kitabın yazarı Marc Levy, Fransız edebiyatının güçlü kalemlerinden birisi. Kitapları aylarca Fransa'da liste başı kalmakta. Kitaplarında genellikle fantastik demek ne kadar doğru olur ama gerçeküstü olaylara yer vermeyi seviyor. Bu yıl kitaplarına okumaya başladım ve İlk kitabı "Birbirimize söylemediğimiz Onca şey" adlı kitaptı. Çok güzel bir kitaptı. Marc Levy gerçekten kelimelerin büyüsünü yakalamış bir yazar. Kelimelerle öyle güzel oynuyor ve arasına duygu yogunlugu muhteşem bir şekilde ekliyor ki siz kitaplarını okumaya doyamıyorsunuz. Her kitabında mutlaka bir aşk konusu var ve bu aşkı kitaplarında öyle güzel işliyor ve öyle cümlelerle anlatıyor ki, siz okurken mest oluyorsunuz. Aşk'a bakış açınız değişiyor. 

Kitabın konusunda gelince ilk kitap; Lauren adlı bir stajer doktorun Arthur adlı mimarla yollarının kesişmesiyle başlıyor, fakat bu kesişme sıradan bir kesişmeden çok uzak, çünkü kız Arthur'un karşısına Ruhen çıkıyor, Bedenen değil. Arthur bu duruma anlam veremezken ve hatta bir ara kendisinin delirdiğini hissedecekken olayları kavramaya başlıyor. Çünkü Lauren'ı Arthur'dan başka gören ve dokunabilen kimse yok. Bir zaman sonra ikisi birbirine deli gibi aşık oluyorlar, fakat her güzel şey gibi bunun da sonu geliyor. Ama nasıl geldiğini ve neden geldiğini söylemiyorum:)
 İkinci kitapta ise Lauren, Arthur'u tanımaz, ama Arthur Lauren'ın hayatı için ondan uzaklaşma kararı alır. Gerçekten seven, sevdiğinin mutluluğu ve saglığı için ondan uzaklaşır mantığı ile uzaklara gider. Fakat Lauren'ı bir türlü unutamaz ve hayatına kimseyi sokamaz. Lauren ise hayatına yeni biri girmiştir. İşine geri dönmüştür. Arthur'a dair hiçbir şeyi hatırlamamaktadır. Fakat kitabın arkasında yazan yazı gibi;  "Geride kalan kalbinizse mutlaka geri dönersiniz." Hayat onların yollarını tekrardan kesiştirir ve tam tersi bir şekilde olaylar gelişmeye başlar:) Bu iki kitabı mutlaka okuyun. Güzel bir aşka tanıklık etmenin yanı sıra, moralinizi yükselten, içinizde güzel duygular uyandıran güzel hoş bir kitap:)) İyi okumalar

Sevgiler
Bellanomisma

15 Ekim 2010 Cuma

Erasmus konusu gündemde:)

Çok yakın bir dostum Erasmus programıyla Bulgaristan'a gitti. Altı ay boyunca orada öğrenim görecek. Bana geçenlerde Neden Erasmus'u denemiyorsun diye soru sordu. Sorunun da ötesinde baskı yaptı. Mimar Sinan'da okuduğum sırada Erasmus programı yoktu. Marmara'da ise Erasmus programı çok akıcı bir şekilde işliyor. Avrupa'nın birçok Üniversitesiyle anlaşmaları var. Tabiki ben Eskiçağ Tarihi Bölümü olan Üniversiteleri tercih etmem gerekiyor. Bende açtım Marmara'nın Erasmus programını, başladım araştırmaya, üç tane üniversite belirledim kendime. Charles Universitesi, Bologna Universitesi ve Stockholm Universitesi. Yani, Prag, Güney İtalya ve İsveç. Gönlüm direk İtalya'dan yana. Tarihi, yemekleri, şarapları, Peynirleri ve daha aklıma gelmeyen birçok özelliği yüzünden gönlüm İtalya'dan yana. Bunun dışında İtalya ile anlaşmalı 4 Üniversite daha var. Benim Bologna'yı istememin nedeni, derslerin çok güzel olması. İki arkadaş gitmeyi planlıyoruz şimdilik.:)) Bir arkadaşımın da gelmesini çok istiyorum ama onun minik bir bebeği var. Gelirse o bebişiyle gelecek. Ama onun gelecekle ilgili, yine yurt dışıyla ilgili daha değişik planları var. 

Konuyu ilk aileme açtım. Ailem ilk başta doğal olarak soru yağmuruna tuttular ama sonra geleceğime katkı sağlayacağı için onayı verdiler. Yani diretmediler:) Geriye danışmam gereken mesleki büyüklerim kalıyordu. Onlardan da hiç ummadığım kadar ilgi ve destek gördüm. Şaşırmamın nedeni, bu yıl kaynak taramasıyla geçecek ve seneye adam akıllı bir şeyler çıkartamaya başlayacağız. Bu altı aylık sürecin tezimi olumsuz etkilemesini açıkcası istemiyorum. Ama onlar ne olursa olsun, Yurt dışına çıkmamı ve bu tecrübeyi yaşamamı söylediler. Buradan destekleyen herkese çok tesekkür ediyorum.

Asıl önemli konu ise İngilizce sınavı. Not ortamam tutuyor hatta geçiyor bile:) ama dil tabiki büyük bir sorun. Sınava kadar ingilizceyi yogun bir program ayarlayarak çalışacağım. Bu konuda da arkadaşlarım ve aile dostlarımdan yardımlar alacağım. Sanırım herkes bu işin olması için hem fikir. Umarım bu sınavı geçebilirim. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yorumlarınızı bekliyorum:)

13 Ekim 2010 Çarşamba

istanbul kitap fuari 2010

http://www.istanbulkitapfuari.com/  linkten fuarın etkinlik programına ulaşabilirsiniz sevgiler.

Muz Sesleri-Ece Temelkuran

Muz Sesleri'ni uzun zamandır okumak aklımdaydı ama bir türlü fırsatım olmuyordu. En sonunda Kitap Klubu için Agustos ayında okuduk. Agustos ayı için buluştugumuzda çok fazla konuşamadığımızdan, bir dahaki aya bıraktık. Geçen yaptıgımız görüşmemizde ise çok fazla konuşamasakta kitapla ilgili çok olumlu eleştirilerde bulunmadık. Kitabı açıkcası beğenmedim. Olay örgüsü çok kopuktu, duygu geçişleri sıradandı ve kitabın genelinde yazarın öfkesi hakimdi. Yazar sanki bütün duygu ve düşüncelerini hepsini toplamış bu kitabın içine yerleştirmişti. Fakat kitabın temelini bence iyi atamamış. Kitabın konusuna gelince; Kitabın konusu güzeldi. Yazar bize Ortadoğudan Lübnan'dan sesleniyor, oranın halkının yaşadıklarını, kanıksadıkları olayları bize onların gözünden aktarmaya çalışıyor. Kitabın başı ise İngiltere ile başlıyor. Oxford terbiyesini eleştirel bir gözle yansıtan yazar, trajikomik bir şekilde bize bölümler sunuyor. Kitapta en sevdiğim karakter Filipina oldu. Deniz'i de sevmiştim başlarda ama kitabın ikinci bölümünde Deniz'e fazla ısınamadım. Birinci bölümde ne kadar sakin ve sessiz bir haldeyken, ikinci bölümde asi ve hoyrat gördüm. Tabi bu benim kendi düşüncem. Kitapta Lübnan'ın tarihine de yer vermekte. Aslında Ortadoğu ile ilgili ne okusam içim hep tuhaf oluyor. Acıklı sahneler ve biz bu sahnelerde üzülürken, orada yaşayan halkın bunu kanıksaması ve hiçbir şey yokmuş, olmamış gibi yollarına devam etmeleri. Kitap sanırım yazarın ilk romanı. Belki de bu nedenle bazı şeyler hep eksik kalmış.  Kitabı merak edenler için gerçekten merak edilecek kadar guzel bir roman değil. Sevgiler

5 Ekim 2010 Salı

Prenses ve Kurbağa

Çoçukluğumuzda en sevdiğimiz şey sanırım Çizgi Film izlemekti. Eskiden şimdiki gibi Çizgi Film kanalları yoktu. Genellikle sabahın erken saatlerinde olurdu ki biz o zaman okulda olurduk. O yüzden tüm çocukluğum haftasonları sabahın köründe kalkıp, çizgi film izlemekle geçti. Halen çizgi film fanatiğim, bu özelliğimden gurur duyuyorum:) İçimdeki çocuğu öldürmeye de hiç niyetim yok:) Günümüzdeki çizgi filmlerin hepsini izlerim. Sinemaya gelen animasyon olsun, üç boyutlu olsun, koşa koşa gidip izlerim. Sanırım hayal gücümün her daim aktif olması beni mutlu ediyor:) Eğer evdeysem çizgi film izleyeceksem, akşam seyretmeyi daha çok seviyorum. Belki çocukluğumda erken kalkmalarıma inat mı bilmiyorum, daha hoşuma gidiyor. Geçtiğimiz aylarda Prenses ve Kurbağa adlı çizgi filmi izledim. Artık eski gibi çizgi film yapmıyorlar, genelde animasyon tarzında yapıyorlar. Onları da seviyorum ama bu eski model çizgi filmler çocukluğumu hatırlattığından mı bilinmez daha çok seviyorum. İlk başta fragmanını izleyip daha sonra filmini izlediğim bu çizgi filmden çok eğlendim. Fakir bir kız olan Tiana, babasına verdiği sözü tutmak adına gece gündüz demeden çalışmakta ve istediği restorantı açmak için para biriktirmektedir. Yakın arkadaşının davetiyle bir baloya davet edilir. Baloda çörek satıp para kazanırken, bir kaza sonucu sattığı tezgah mahvolur ve arkadaşı onu sakinleştirmek için bir kıyafetini giymesi için ona ödünç verir. Verdiği kıyafet prenses kıyafetidir. Daha sonra Balkonun önünde bir kurbağa görür. Kurbağayı öper ve sonrasında ne mi olur? Onu söylersem sanırım bir anlamda sonunu söylemiş olurum. Güzel Walt Disney harikası, çocukluğumda Aslan Kıral, Pocahantas, Deniz Kızı Marmaid , Güzel ve Çirkin'den ne kadar haz aldıysam, bu çizgi filmden de o kadar haz aldım. Ayrıca çizgi film içinde geçen jaz müzikleri de çok guzeldi. Şimdiden iyi seyirler

Kingdom of Heaven- Cennetin Krallığı



Bugün sabahtan Osmanlıca kursum vardı, ama ben dünden çok yorgun olduğum için gidemedim. Bir güzel uyudum. Zaten ilk günüydü, bir şey yaptıklarını düşünmüyorum. Kalktığımda ne zamandır aklımda olan bir filmi bilgisayara koyup izledim. Cennetin Krallığını tarihçi ve arkeolog olan arkadaşlarım izlemişler ve hayran kalmışlar, hatta bir arkadaşım izlemem için bana dvd vermişti ama ben o zamanlar vakit darlığından izleyemedim ve geri verdim. Başucuma bitki çayımı, mandalinamı ve suyumu aldım. Yerimden kalkmamak için cep ve ev telefonunu da yanıma koydum. Filmi çok beğendim, izleyenlerin anlattığı kadar varmış. İki saat ne çabuk geçti anlamadım. Ridley Scott yine iyi iş çıkarmış diyorum. Filmin konusu Haçlı Seferleri ve Kudüs. Ortaokul ve Lise Tarih kitaplarında Kutsal Haçlı birliği ve Haçlı Seferlerini ne kadar çok okumuştuk.  Bu filmde bunun üzerine kurulıu ilk başta Tanrı adına kurulan bu birlikler, kutsal topraklara gidip orada yıllarca kaldıktan sonra, işin Tanrısallık boyutunu bırakıp, direk toprak, şan ve şöhret sevdasına kapılmışlardır. Antik Dönemden beri kutsal sayılan ve sürekli ele geçirilmeye ugraşılan Kudus için ne kadar çok kan döküldü kim bilir. Romalılar, Hristiyanlar, Yahudiler, Araplar birbirinden farklı dinlere ve ırklara mensup bu topluluklar Kudus için mücadele etmişler. Çünkü orası Cennetin Krallığı olarak bilinmekte. Filmde Selahiddin Eyyubi ile Hristiyanların Kudus mücadelesi anlatılmaktadır. Film gerçekten çok güzel. Ben açıkcası çok beğendim. Hem kurgu hem de görsellik açısından gayet güzeldi. Kaçırmayın izleyin derim. Şimdiden iyi seyirler

2 Ekim 2010 Cumartesi

Legend Of The Seeker- Arayıcı'nın Efsanesi

Merhabalar, Son iki haftadır bir diziye merak salmış durumdayım. Bu diziyi ilk önce Dizimax'da keşfettim. Benim izlediğim bölüm ikinci sezona aitti. Bende netten dizinin ilk sezonundan itibaren izlemeye başladım. İzledikçe bilgisayarın önünden kalkamaz hale geldim. Elimde bitki çayım, yastıklarım arkamda, polar battaniyeme sarınmış bir şekilde iki haftada iki sezonu bitirdim. Her sezonda 22 bölüm yer alıyor. Dizinin son bölümünü ise bugün bitirdim.  Diziyle ilgili söyleyebileceğim tek  kötü   şey dizinin sadece 2 sezondan ibaret olması, Keşke üçüncü sezonu çekseler. Ben bunu duyduğum sırada 1. sezonun ortasına gelmiştim ve diziyi yarım bırakmak istemedim. İyiki de bırakmamışım.  Dizinin konusuna gelince, fantastik bir dizi olması itibariyle, karşısına her türlü askiyon çıkması muhtemel. :) İyilerle kötüler arasında yaşanan savaşta dengeyi Arayıcı sağlamakta ve bunu yüzyıllardır yapmaktadır. Arayıcı, kötülerle savaşırken yanında, insanları tek bir dokunuşuyla etkisi altına alıp, onları kendine köle yapan, ve her şeyi itiraf etmelerini sağlayan Confessor ve Büyücü yer almaktadır. Bir Arayıcı öldüğü zaman, yeni Arayıcıyı Büyücü belirlemektedir. Arayıcı olabilme özelliği ise cesur, iyi yürekli, merhametli olması gibi özellikler taşımaktadır. Dizide izlediğimiz Arayıcı ise bu özellikleri fazlasıyla taşımakta, bir de üstüne üstlük feci şekilde yakışıklı da:))Bu kahraman acımasız Lord Rahl ile Mord stih'lere karşı mücadele vermektedirler. Mord stih'ler kadın savaşçılar ve Lord Rahl'a hizmet etmektedirler. Ellerinde tutmuş oldukları sopalar, herhangi bir insana değdiği anda acı etkisi yaratmaktadır. Mord stih'ler küçüklüklerinden beri acıya dayanıklı olduklarından, sopaya bağışıklık kazanmışlardır. Çok güçlü olan Mord stih'lerin diğer ilginç yanı ise yaşam nefeslerine sahip olmalarıdır. Ölen insanı, nefesleriyle tekrardan hayata döndürebilmektedirler. Mord stih'leri en çok korkutan ise Confessor'un ufak bir dokunuşu, çünkü onun bir dokunuşu, Mord stih'lerin acı çekip ölmelerine yol açmaktadır. Birinci ve İkinci Sezonda süprizlerle dolu, izlerken nefesinizi tutup izliyorsunuz. Ben onu izlerken, başka hiçbir şeyle muhattap olmuyordum. Çalan telefon, msnden gelen titreşim, herhangi bir şeye cevap vermiyordum. İki sezonlukta olsa izlenmeye değer. Belki ilerde yeni bölümleri çekilir kim bilir:)