30 Haziran 2010 Çarşamba

Oya Baydar- Kayıp Söz

Türk kadın yazarları arasında Oya Baydar’ın bende özel bir yeri vardır. Türkçeyi bu kadar güzel kullanan, anlatmak istediği duyguyu karşı tarafa direk yansıtan ender yazarlardan biridir. Genelde erkeklerin egemen olduğu ve kadınların biraz daha arka planda bırakıldığı edebiyat dünyası artık Oya Baydar, Elif Şafak, Aslı Erdoğan, Buket Uzuner gibi kadınlar yazarlar tarafından bu ön yargının yıkıldığını düşünüyorum. Edebiyat artık iki tarafı olan bir kurşun kalem….

Oya Baydar’ın kitapları; genellikle sosyal mesajlar içeren, halkı düşündürmeye, bilinçlendirmeye iten, görülmeyeni, gösterilmeyeni gözler önüne sermeye çalışan kitaplardan oluşmaktadır. En sevdiğim kitabı ” Kayıp Söz” dür. Bu kitap o kadar günümüzü yansıtmakta, o kadar acıklı ve bir o kadar gerçekci bir şekilde anlatılmaktadır ki, insanı ilk sayfasından son sayfasına kadar soluksuz bir şekilde içine çekmektedir. Doğu ile batı, iki farklı coğrafya, iki farklı kültür, iki farklı insan, ve bunların çemberinde töre, aşiret ve savaşlar. İnsanın içini burkan bir yaşam öyküsü anlatılmaktadır. Doğu ile batının arasındaki fark gözler önüne serilirken, bir yanda batıda bilim adına yapılan çalışmalarla, doğuda yaşanan olayların iç içe anlatıldığı ve bunun merkezide kayıp söz, söylenmeyen, söylenmek istense bile sesin çıkmadığı, çığlak atılsa bile duyulmayacağı “Kayıp Söz”. Norveç’ten, Güneydoğu Anadolu’ya kadar uzanan bir coğrafya bu kitapta buluşmaktadır. Yazar’ın bu kitabı yazarlık yaşamının doruk noktası diye düşünüyorum. Herkese okumasını gönülden tavsiye ederim.

” Bir söz arıyordum, bir ses duydum, bir çığlığın peşine takılıp uzaklara gittim. Duyduğum sesin, şiddetten doğan acı sesin olduğunu bilmiyordum, öğrendim. O sözü izledim, o sözü buldum. Söylecek bir sözüm var artık!!!”.

Ağlasun- Burdur

2008 Yılı 2 ay boyunca Burdur’un Ağlasun ilçesinde kaldım. Ağlasun deyince, aklıma sıcacık insanları, mis gibi kokan pideleri, tadına doyulmaz buz gibi suyu, Pisidia’nın yüce kenti Sagalassos’u, temiz havasını, şirin pazarını, dalından taze kopmuş meyvalarını, yol kenarında durup yediğimiz böğürtlenleri ve 25 kuruşa içtiğimiz çayları hatırlıyorum. Bunun dışında benim için yeri çok ayrı olan iki dost kazandırdı. Nesrin ve Serkan.

İki ay boyunca Sagalassos Antik kentinde çalıştım. 1500 metrede çalışmak çok güzel bir duygu olsa gerek. Resmen dağın başında çalışıyorduk. Ama, oranın manzarası her şeye değiyordu. En güzel yanı ise Güney’in kavurucu sıcağı , yüksekte olduğumuz için bizi çok vurmuyordu. En çok Perge ve Side’de çalışanlara acıyorduk. Burdur insanı çok sıcak kanlı, hemen sizinle dostluk kurabiliyorlar. Annem’de Antalyalı olduğu için Akdeniz insanın bu sıcaklığı ve şivesi bana hiçç yabancı gelmedi. Kendilerine özgü şivelerine bende hemen ayak uydurdum. Kazı’nın en sevdiğim yönü de bu. Halkın içine karışmak, onlardan biri olmak

(Hellenistik Çeşme)

Görmüş olduğunuz çeşme, Hellenistik Dönem’e tarihlenmektedir. Sagalassos kazısının en güzel yanı; eski yapıları günümüze kazandırıp, işlevselliğini sağlamak. Bu çeşme şu an kullanılmakta ve biz kazı boyunca arazide, suyumuzu buradan temin ettik. Yanılmıyorsam bu yılda üst agora’da Antoninler çesmesi kullanılmaya başlandı. Kentte muazzam bir su tesisatı var. Sagalassos’lular dağdan gelen suyu kentin her yerine muhteşem bir şekilde yaymışlar. Bazen bizim bile şaşırdığımız zamanlar oldu. Arazi engebeli olması belki işi kolaylaştırmışta olabilir. Ama yine de bir mühendislik harikası denilebilir.

Ağlasun’da akşamları arkadaşlarla birlikte merkezdeki çay bahçesine inip, çayımızı içer ve sohbet ederdik. Orada içtiğim çayın tadını bir başka yerde bulamadım. Belki de sohbetin güzelliği, çayının güzelliğine karışıp ortaya leziz bir tat bıraktığındandır belki kim bilir:) Ağlasun’da en çok özlediğim şey ise kuşbaşı kaşarlı pideleri:)) Hem çok ucuz, hem inanılmaz güzel, bu iki şeyi büyük şehirde imkansız yiyemezsiniz. Su ve salata da ikramları:)) Bazen Serkan ve Nesrin’le Ağlasun ile sohbet ettiğimizde oranın pidelerini anar dururuz. En çokta ben.:)) Bu yıl Serkan, yine Sagalassos yolcusu, 2 seneden sonra yeniden gidiyor. Serkann benim içinde boll pide ye, boll boll su iç:)) Yolunuz eğer bir gün Burdur’a düşerse Ağlasun yaylasına uğramadan geçmeyin.

Kelenderis- Aydıncık- Mersin

2007 yılında Mersin’in Kelenderis beldesinde kazı için bulundum. Burada 2 ay kaldım. Gittiğim en güzel kazıydı. Her anlamda muhteşemdi. Deniz, hava, güneş, tantuni, kazı vb. birçok bakımdan çok güzeldi. Çalışma saatlerimiz güzeldi. Sabahları deniz kenarında sandviçlerimizi yerdik. Çalıştığımız yerin 20 metre ilerisinde deniz yer alırdı. Kelenderis’in en güzel yanı ise kurulan sıcak dostluklardı. Oradaki arkadaşlarımın hemen hemen hepsi Türkiye’nin dört bir yanında yaşasalarda, arkadaşlığımız hiçbiriyle kopmadı. Telefonla olsun, internet üzerinden olsun hepsiyle halen görüşmekteyim. Birçoğu master yapmakta, bazıları asistan oldu. Ama aramızdaki bağlar yüz yüze görüşmesekte kopmadı. Bu sene 2 yıl aradan sonra Arkeoloji sempozyumunda hepimiz bir araya geleceğiz. Bir aksilik çıkmazsa…..O yuzden Mayıs’ı iple çekiyorum. Kelenderis’e uğrarsanız, Tantuni yemeyi unutmayın, gelmişken, Silifke ve Tarsus’a da gitmeyi unutmayın. Silifke’de künefe ( dondurmalı) Tarsus’ta da kereviç, ciğer şiş, tantuni yemeyi unutmayın:))

Ganos-Gaziköy-Tekirdağ

2008 yılı Sagalassos’tan döner dönmez kendimi Tekirdağ yollarında buldum. Kazıdan döndükten sonra sadece evde bir gün dinlenebildim. Ertesi gün hazırlıktı, bavuldu derken, Yüzey araştırma için kendimizi yollarda vurduk. İki yıl Tekirdağ’da çalışmış olduğum için, halkı da arazi de bana yabancı değildi. İki hafta dere, tepe, bayır ne kadar gidilecek yer, çıkılacak yer varsa hepsini yaptık. En güzeli Ganos Dağına çıkma maceramızdı. Bir yere kadar arabayla gittik, bir yerden sonra Traktöre bindik. Bizim için romörk’te oturup, yolların engeli olmasından dolayı zıplaya zıplaya gitmemiz, çok eğlenceliydi. Sigaralarımızı bile sallantıdan yakamıyorduk:)) Ganos’a çıktığımızdaki o güzel manzara anlatılmaz, sadece yaşanır diyebileceğimiz cinstendi. Antik yazar Xenephon’un Anabasis adlı eserinde burada yanan bir kutsal ateşten bahsedilmektedir. Bir yerde buranın kutsal bir mekan, diğer bir değişle kült mekanı olduğu bilinmektedir. Gerçekten de yanımızda gelen kişi, eskiden orada sıcak bir su kitlesinin olduğunu ve suyun fokurdadığından bahsetmişti. Belki bundan binlerce yıl öncesinde de gerçekten yanan bir ateş vardı. Belki de dağ aktif bir volkan dağıydı. Bu tabi bizi aşan bir konu, Jeofizikçiler ve Jeologlar bu konuda bizi daha iyi aydınlatacak insanlar.


Kaldığımız yer, Kumbağ öğretmen eviydi. Denize sıfır odalarda kaldık. Biz eylül ayında gittiğimiz için, çok sakindi. Birde Ramazan başlamıştı. Resmen , tatil yeri olan kumbağ, ölü şehir görünümündeydi. Kumbağ ve etrafındaki hemen hemen her köyü gezdik, inceledik, Mis gibi kokan domateslerin kocaman tencerelerde odun ateşi eşliğinde salçaya , Üzümün pekmeze dönüşümünü gördük. Kıyıdaki birçok yerleşim yerinin yanı sıra, içerdeki köyleri de gezdik. Mürefteye kadar gezmediğimiz yer kalmadı:)

Bazen, Tekirdağ’a iş için gittiğimizde, ilk durak tabiki Şar pastanesi oluyordu. Eğer Tekirdağ giderseniz, Şar pastanesine mutlaka uğrayın, Belki peynir helvası, ya da Şar’ın güzel pastalarından yiyebilirsiniz. Ya da arabanıza atlayıp, Tekirağ, kumbağ, gazi köy ve kıyıköy’e kadar uzanabilirsiniz:)

Bandırma- Ergili

Bu yıl yolum Bandırma’nın Ergili köyüne düştü. 2,5 ayım bu köyde geçti. Tabi ki kazı için orada bulundum. Bandırma’nın en çok neyini sevdin derseniz, size söyleyeceğim tek şey İstanbul’a dönüşünü sevdim:) Orada çok yoğun bir tempoda çalıştık. Oradaki çalışmalardan çok yorulsam da çok şey öğrendim. Aslında tam bir okul gibiydi. Ergili halkı da sıcakkanlıydı. İşçilerin bazıları neşeli kişilerdi. Özellikle Rambo isimli bir işçimiz vardı. İnanılmaz çalışıyordu ve bu çalışmanın yanı sıra bizi en çok o güldürüyordu. Rambo dur diye bağırmasak, magmaya kadar inerdi sanırım:)) Boşuna, Rambo demiyorduk:) Bu kazıdan da az da olsa çok güzel arkadaşlıklar edindim. Az olsun, öz olsun, sağlam olsun:) Çok eğlendiğimiz anlar da oldu. Konteyner için dökülen betonlu alan, bizim akşam çalışmaktan kafayı sıyırdığımız anlarda hızır gibi yetişen bir alan oldu. Gecenin 00.30 ‘da bir grup insanı o beton blogun üzerinde göbek atarken görebilirdiniz:)) Bu kazı sezonu ne kadar Çingene şarkıları varsa öğrendim. Ramazan’ın favori şarkısı olan “Abe kaynana naptın bize” şarkısıyla bir grup arkeolog, mimar ve restratör’ü o pistin üzerinde göbek atarken, söylerken, gülerken görmeniz muhtemeldi.

Of günlerimizde tabiki Bandırma sokaklarını arşınlayıp, çılgınca alışveriş yapardık. Aldığım paraların yarısından fazlası, Bandırma’daki dükkanlara gitmiştir:)) Artık Hocalar, “keşke size paraları kazı sezonunun sonunda verseydik. En azından bu kadar harcamazdınız” demeye başlamışlardı. Cumartesi akşamları dünya müzikleri eşliğinde yemeklerimizi yerdik. Yemeğimiz ızgara tavuk, bazen balık ve çeşitli mezelerden oluşmaktaydı. Bunu sadece cumartesi akşamları yapmamızın nedeni, ertesi günü tatil günümüzün olmasından ileri geliyordu. İspanyalca, Yunanca, Klasik müzik, Country müzikleriyle geçen uzun bir gece olurdu. Pazar sabahları yine müzikle uyanırdık. Yine yabancı müzikle güne merhaba derdik. Fakat o tatil gününün hiç bitmemesini isterdik. Ertesi günü 05.30 kalkacak olmamız, uykuyu sevenler olarak bir işkenceydi. Bandırmaya yolunuz düşerse direk Erdeğe gidin:) Bandırma’nın içini gezerseniz çiğ börek yiyin. Çiğ böreği ile meşhur. Birde tavuk fabrikalarıyla, Türkiye’nin bütün ünlü tavuk fabrikalarının hepsi orada:)

Kazı alanı, Manyas kuş gölüne çok yakındı. Sabahın altısında bir sürü güzel kuş üzerimizden uçardı. Gökyüzünde o kadar güzel süzülüyorlardı ki, fotolarını çekmeden edemedik:)) Kazı alanında yediğimiz domatesli salataların, konserve barbunyaların zevki bir başkaydı. Orada insan bir başka kimliğe bürünüyor.:)) Çalışma arkadaşlarım çok iyilerdi. Hepsine buradan tekrar tesekkür ediyorum. Her şey rağmen güzel bir sezondu.:) Daha nice güzel kazı sezonlarına

Agora

Son günlerde kendimi sadece filme adadım desem yeridir.:) Sınavlarım başladı ve ben 2 hafta onlarla haşır neşir olacağım. Bende elimde yeni, eski, izlemediğim ne kadar film varsa izlemeye koyuldum. Bunlardan biri de Agora. Agora kelime anlamı olarak Hellence; toplanma yeri anlamına gelmektedir. Hellen polislerinde (Kent devlet) agora, kentin kalbinin attığı yerdi. İnsanlar, orada toplanır, alışveriş yapar, gösterileri izler, siyasal konuşmaları yapar, agon yarışmaları( kült oyunları) yine agora’da yapılırdı.

Agora filmi, Alexandria’ya da (İskenderiye) geçmektedir. MS 370- 415 yılları arasında yaşamış olan FilozoF Hypatia’nın hikayesinin yanı sıra o dönemde Hristiyanlık ile Pagan Dini arasındaki kanlı mücadeleyi de film bizlere yansıtmaktadır. Tarihteki yeni ve diğerini bir insanda silecek olayların hepsi, ne yazıkki kanlı bir mücadele sonunda kabul ettirilmiştir. İlk zamanlar Hristiyanlık herkesten gizli yaşanırken ve pagan din mensubuna ait kişilerden korkulurken, bir zaman sonra bu tam tersi olmuştur. Bu film bize bunu yansıtmaktadır. Hypatia’nın öğrencilerinden üçü, kendilerini, farklı bir din yoluna adamışlar (Hristiyanlık, Yahudilik, Pagan)Hypatia ise bunlardan tarafsız kalıp, kendini her şeye ragmen bilime adamıştır. Alexandria’nın mimarisinin güzelliğini film gözler önüne sermektedir. Filmi izlerken en duygulandığım sahne; İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılma sahnesiydi. Eğer o kitap ruloları yanmamış olsaydı, Belki bugün biz arkeologlar ve eskiçağ tarihçileri antik dönem hakkında çok fazla şey öğrenecektir. Filmi izlemenizi tavsiye ederim. İyi seyirler:)

Barcelona Barcelona

İspanyol ve Latin Amerika kültürünü inanılmaz severim. Edebiyattan, filme, müzikten resime kadar içinde yeterki ikisinden izler olsun. Film Barcelona sokaklarında geçiyor. İlk sahnesinden son sahnesine kadar insanı içine çekiyor. Gitar’ın insanın ruhuna işleyen sesi, sizi Barcelona sokaklarında gezintiye çıkartıyor. Erkek izleyiciler, Penelope Cruz ve Scarlett Johansson için izleselerde, film her açıdan izlenmeye değer. Bu filmde Penelope Cruz yardımcı dalda oscar ödülünün sahibi olmuş, açıkcası kendisini çok sevmesemde oyunculuğunu yine konuşturmuş. Javier Bardem için diyeceğim tek şey mükemmel oynaması. Şimdiye kadar izlediğim en güzel Javier Bardem filmiydi. Bu filmde canlandırmış olduğu çapkın ve karizmatik ressam roluyle, yakışıklılığını gözler önüne sermiş. Javier Bardem’ e ingilizce konuşmakk bence hiç yakışmıyor. İspanyolca’nın o tınısı ve hızlı geçişlerinin yanı sıra o ahenki Javier Bardemle buluşunca direk ekrana kilitlenmesinize neden oluyor. Filmin konusu iki tane genç kızın yaz tatilini Barcelona’da geçirmesiyle başlıyor. Biri ne kadar muhafazakarsa diğeri onun tam tersine özgür ruhuyla yeni aşklara yelken açacak kadar cesur bir karakter çizmekte, bu iki kızın yolu ise çapkın ressamla tanışıp, ona aşık olmasıyla başlamaktadır. Ressam iki kadını bir yerden sonra cazibesiyle baştan çıkarır. Bu arada bir yandan da boşandığı eski eşiyle ilgilenmektedir. Bir adam ve onun etrafında dönen 3 kadın arasında film dönmektedir. Birbirinden bu kadar farklı üç kadının tek ortak noktası ise ressam Juon Antonio’dur. Barcelona sokaklarında geçen bu güzel filmi herkese tavsiye ederim.

Julie& Julia

Bu filmin fragmanı izlediğim zaman, bana o kadar sıcak geldi ki:) Özellikle birbirinden güzel yemek sahneleriyle dolu olması. Filmde unutulmaz oscarlı oyuncu Merly Streep’in oynaması, filmi 2 kat daha izlememen için bir nedendi. Merly Streep oscar ödülleri tarihinde en fazla aday gösterilen kadın oyuncu, bu kadar fazla aday gösterilmesinin arkasında sanırım karakter oyuncusu olmasından ileri geliyor. Bu filmde de ünlü yemek ustası Julia Child’ın hayatını canlandırmaktadır. Film gerçekten olmuş bir olayı bizlere yansıtmaktadır. Film iki karakter üzerinde dönmektedir. Geçmişle günümüz arasında giden sahneleri ve bunu yemeklerle zenginleştiren kareler, filmi daha da çekici kılıyor. Julia Child ın yemek seruveninde başından geçen olaylar, yaşadıkları zorluklar anlatılırken, Julia Child’a hayran olan günümüzdeki karakteri canlandıran Julie Powell ise işinde mutlu olmayan, kendine yeni bir şeyler arayan bir kadındır. En iyi yaptığı şey yemektir. Kocasının, fikir vermesiyle kendisine bir blog oluşturur ve 365 güne 524 tarif sığdırmaya çalışır. Film bundan sonra daha da renklenmekte ve görsel şölen başlamaktadır. Fransız yemeklerinin %80 ‘nin tereyağından oluştuğunu görmek tabi biraz içler acısı bir durum:) Bu filmi ne zaman izlesem direk karnım acıkıyor. Film, eğlenceli, bazı yerlerde hüzünlü de olsa güzel bir film, keşke sinemada izleseydim diyorum:)

Luther

Bundan 3 ay önce taksimde gezerken, kitapçılarının birinde Luther’in dvd ile karşılaştım. Ünlü reformist Luther’in neredeyse tarihe damga vuran ve din konusunda değişik bir pencere açan bu kişiyle ilgili kitap okusamda, filmi izlemek daha çekici geldi. Filmin baş rollerinde Aşık Shakespeare’dan tanıdığımız Joseph Fiennes oynamaktadır. Joseph Fiennes’un bu rolüyle almış olduğu birçok ödülün yanı sıra bence Oscar’a layık bir filmdi. Film Luther’in yıldırım çarpması sonucu, “eğer buradan kurtulursam tanrım sana kendimi adayacağım ne olur bana yardım et” çağrısıyla başlar. Ölüm korkusunun, tanrıya yakınlaştırdğı ve kendine dine adamış bir adamın hayat hikayesi olan bu film, aslında o dönemde yaşanan olayları da gözlerimizin önüne sermektedir. Kilise’nin insanlar üzerindeki baskısı, para karşılığında cennet yer satmaları gibi trajikomik olayların yaşandığı Skolastik Dönem’de Luther’in getirmiş olduğu reformlar, Luther’ın üzerine düşecekken son anda kurtulduğu yıldırım, bu sefer onun reformlarıyla, insanların üzerine düşmüştür. Her yeni olay, insanlık tarihinde bir anda kabul edilmemiş, zaferlere, her zaman dikenli yollardan ulaşılmıştır. Luther, dinin istismar edilmiş halini değiştirmek için kollarını sıvar. İnsanları aydınlatmak için elinden geleni yapar, kendisi rahip olmasına rağmen evlenir ve bunun gibi o dönemde olmayan, yasaklanan kanunları çiğner. Protestanlık adlı din onun sayesinde doğmuştur. Kendisi aynı zamanda teolog olan Luther, kilise tarafından aforoz edilmiş ve idam kararı çıkartılmıştır. Fakat Alman keşiş yılmamış ve dönemim Alman İmparatoru’nun egemenliği altında yaşamaya devam etmiştir. Film 16yy Almanya ve İtalya’sını panoramik olarak gözler önüne sermektedir. Tarihi roman tadında bir film. İyi seyirler.

Aşkın Son Mevsimi- The Last Station.

Aşkın Son Mevsimi, ünlü Rus yazar Lev Tolstoy’un hayat hikayesi. Filmi izlerken bazen üzüldüm, bazen kızdım, bazen de duygusallaştım. Film, Lev Tolstoy ile Karısı Sofia’nın birbirlerine duydukları aşkları, nefretleri ve öfkeleri üzerine kurulu. Lev Tolstoy’a hayatını adamış ona 13 tane çocuk vermiş ve çocuklarından arta kalan vakitlerinde yazarın asistanlığını yapmış, birçok kitabını yazarken yazara yardımcı olmuş ve kocasına delicesine bağlı ve aşık bir kadını görmekteyiz. Film boyunca Sofia’nın hezeyanlarıyla karşılaşmaktayız. Ünlü, daha doğrusu dahi adamların eşi olmanın yakıcı zorluğunu yıllarca omuzları üzerinde taşımış, Savaş yıllarında Tolstoy’un başka sevgilileri olmasına rağmen, her zaman kocasını kabul etmiş ve kapılarını ona açmıştır. Her zaman kocasının ona olan sevgisini sürekli sorgulamış ve kocasının hayatında ilk sırada olmayı istemiştir. Filmde Tolstoy, karısından bahsederken, aslında onun ruh ikizini olduğunu birçok yerde ima etmektedir. Belki bu yüzden karısından vazgeçememiş 48 yıllık evililiklerini sürdürmeyi başarmışlardır. Filmde Sofia’nın ve yazarın yaşlılık dönemleriyle başlamaktadır.Yazar kurmuş olduğu komünle hayal ettikleri ideolojiyi bir yanda gerçekleştirirken, bütün misarını ve kitaplarından gelecek parayı çocukları varken, yoksullara verilmesini ister. Bu da karısı Sofia ile içinden çıkılmaz kavgaların başlangıcı olur. Filmi izlerken, birçok yerde Sofia’ya hak vermeden edemedim. Yıllarca kocasına emek vermiş, çocuklarını büyütmüş ve kendini ona adamış bir kadının çektiği sıkıntılar, kocasının hayatının odak noktasında olamaması gerçekten Sofia’ya yapılmış bir haksızlığın kanıtı, fakat diğer yandan dahi olmanın getirmiş olduğu zorluklar, bencillikler ve sevse bile sevginin tamamını bir insana verememenin getirmiş olduğu zorluklar. Filmde bazen iki arada kalabiliyorsunuz. Bir bayan olarak, Tolstoy’u çok sevsem de Sofia’yı haklı bulmuşumdur. :) ) Sanatsal bir film izlemek istiyorsunuz. İyi seyirler.

27 Haziran 2010 Pazar

Lavinia – Ursula K. Le Guin

Geçtiğimiz Kasım ayında raflarda Lavinia adlı kitap yerini alıp, okuyucularla buluştu. Lavinia ismini görünce direk aklıma Mitolojiden Aeneas’ın karısı Lavinia geldi. Yazar da Ursula K. Le Guin olunca incelemek istedim. Kitap tam da tahmin ettiğim gibi, Troia savaşından sonra babasını sırtına, oğlunu eline alıp, Troia’dan giden ve Roma topraklarına yerleşen, Aeneas’ın karısı Lavinia’nın öyküsünü anlatıyordu. Bazı kaynaklarda Aeneas’ın Roma’yı kurduğu söylenmektedir. Bu nedenle Romalılar kendilerini Aeneas’ın soyundan geldiğine inanırlar ve Bu nedenle kendilerini Troia’lı olarakta görmektedirler. Hatta Aeneas’ın Troia’dan kaçışını gösteren heykellerde vardır. Bu kitabı kitaplığıma kazandıran ve doğum günümde hediye eden sevgili dostum selmin abla’ya çok teşekkür ederim.

Kitap, Alba Longa, Laurentum ve daha sonra Aeneas’ın güzel karısı için kurduğu Lavinium kentlerinde geçmektedir. Laurentum ve Lavinium Tyrrhen denizinin kıyısında kurulmuş iki kenttir. Alba longa ise çok önemli kült merkezlerindendir. Daha sonra Aeneas’ın oğlu Ascanius tarafından Alba Longa’da kent kurulmuş. Kendisi de buranın kralı olmuştur.( Hellenler Etrüskler’e Tyrrhenler demektedirler. Onların bulunduğu yerdeki denize ise Tryhhen denizi denilmektedir.) Kitapta bunların hepsi Lavinia’nın ağzından anlatılmaktadır. Zaman zaman, Antik yazar Vergilius ile de konuşan Lavinia, olacakları önceden onun ağzından dinlemektedir. Bu kitabı okurken açıkcası bu kadar keyif alacağımı düşünmemiştim. Ursula’nın bu kitap için araştırma yapmış olduğu, antik kaynakları okumuş olduğu kitabın başından sonuna kadar hissedilmektedir. Yazar olayları kendi bakış açısıyla anlatmak yerine, direk tarihi olayları ekleme yapmadan anlatmayı tercih etmiş, Yalnız, kitap formatına eklediği tek şey hikayenin Lavinia tarafından anlatılması ve Lavinia’nın şairle konuşmasıdır.

Dostoyevski- Suç ve Ceza

Babamın kuzeni 1971 yılında doğum günü hediyesi olarak bu kitabı kendisine hediye etmiş. Kitap iki ciltten oluşuyor. Ama hiçbir zaman o kitaba elimi süremedim. Bu yıl, arkadaşlarımla alkımda dolaşıp kitap alırken, bana ısrarla Suç ve Ceza’yı okumalısın, diye baskı yaptılar. İletişim yayınları, klasikleri çevirme konusunda Can yayınlarından sonra bu işi en iyi yapan ikinci yayınevi. Evdeki o kitabı hiç sevemediğimden, dedim hem bana ait olsun, bana özel olsun:)) hem arkadaşlarımı da kırmamak adına kitabı aldım. Hoş babamın tüm edebiyat kitapları da bana ait oldu ama neyse:P

Kitap, gerçekten çok güzel. İnsan okumaya başlayınca sarsılıyor. Bitirince de kendini Freud sanıyor:)) Ben o kitabı okuduktan sonra karşımdaki kişilere daha farklı bakmaya ve direk ruh tahlilleri yapmaya başladım.:)) Kitabın baş kahramanı Rodion Romanoviç Ralkolnikov, başlarda iyi bir karakter gibi görülen şahsiyet, daha sonra tefecilik yapan Alyono İvanovna’yı öldürerek, katil olarak karşımıza çıkıyor. Kitap boyunca yaptıgını bi suç olarak görmese de değişen ruh halleri, içine kapanması, kendisiyle bir iç hesaplaşmaya girdiğini gösteriyor. Ama kitabın sonuna kadar, yaptığının bir suç olduğunu kabul etmiyor. Olması gerekenin bu olduğunu savunuyor. Öldürdüğü kadın gerçekten acımasız , duygusuz ve insanlara karşı sömürü politikası uygulayan yaşlı bir tefeci. Kadını öldürdükten sonra kadının paralarına dokunmadığı halde, yaptığı işin büyük bir zafer olduğunu sanmaktadır. Sanki dünyayı kurtardı. Ben açıkcası en kötü bir insanın bile bir başkası tarafından cezasının kesilmesinin affedici ve açıklayıcı bir durum olmadığını düşünmekteyim. Bu yüzden Raskolnikov kitabın baş kahramanı olmasına rağmen, benim sevdiğim bir karakter olmadı. Ben daha çok Sonya Semyonovna karakterini ve komiser Porfiriy Petroviç karakterini çok sevdim. Kitapta gram aşk yok. Zaten Rus yazardan da beklediğim buydu. Fakat, Çınla bana kitapta çok güzel bir aşk var dedi. Fakat kitabın son sayfalarına kadar kıza ne zaman açılacak diye sayfaları arşınladım, kitabın son beş sayfasında aklı başına geldi de kızı sevdiğini anladı. Kız kim söylemeyeyim. Belki aramızda okumayanlar vardır. Kitabın isminden de anlaşıldığı gibi hiçbir suç cezasız kalmaz. Zaten Raskolnikov ne kadar, yaptıgının bir suç olmadığını söylese de, kitap boyunca kendi içinde yaşamış oldu acı, ruhen olarak çökmesi, yaptığının bir yerde pişman olduğunu göstermektedir.

NOT: Kitabı eğer okuyacaksanız, mutlaka İletişim yayınlarından alın

Birbirimize söylemediğimiz onca şey- Marc Levy


Bu kitabı uzun zamandır, kitapla ilgili dergilerde ve kitapçılarda görüyordum. Sürekli karşıma çıkıyordu. Bende en sonunda bundan üç hafta önce kitabı aldım. Hatta bizim kitap klubune Nisan ayı için, ben bu kitabı önermiştim. Neyse kitaba başladım. Kitabın 23. sayfasından sonra baskı hatasıyla karşılaştım ve koşa koşa gidip Alkım’dan kitabı yenisiyle değiştirdim. Kitabı okumaya devam ettim. Taa ki kızın babasının android olarak geri gelmesine kadar. Kendi kendime, bu kadar övülen kitap bu mu diye açıkcası kızdım. Kitabı kenara fırlattım. Çarşamba günü Sezen ve Uğur’la görüştüğümde, onlara kitabın beklediğim kadar güzel bulmadığımı ve kızın babasının android olduğunu söyledim. Hep birlikte bu duruma güldük ve dalga geçtik. Fakatttt, kitabı bugün tekrar elime aldım. Dedim babası android ya da başka bir şey, en azından sonunda ne olacak onu öğrenim. Bundan başka ne saçmalık olabilirki dedim VEEE kitap biraz önce bitti. İnanılmaz güzelmiş. Kitap aslında o kadar duygusal, o kadar içten, o kadar güzel ki. Buradan kitap klubundeki sevgili arkadaşlarım sizlere sesleniyorum, mutlaka bu kitabı okuyunnnn diyorum:)))

Kitabın konusu; Julia adında genç bir desinatör’ün evleneceği gün, babasının kalp krizi sonucunda Paris’te öldüğünü öğrenmesiyle başlar. Babasının cenaze törenine katılan Julia, ertesi gün evinde büyük bir süpriz bekler. Babası Android olarak 2m büyüklüğündeki bir kutudan ona bakar. Şoka giren Julia, duruma alışmaya ve kabullenmeye başlar. Babasıyla geçireceği tam 6 günü vardır. Altıncı gün babası kendi kendini imha edecektir. Bu arada evliliğini bir süre erteleyen Julia, istemese de babasıyla altı gün geçirmeye karar verir. Bu süre zarfında, Julia, babasıyla geçiremedikleri günlerin, yapamadıkları şeylerin, konuşamadıkları, birbirlerine itiraf edemekleri bir çok şeyi bu altı gün içinde yaparlar. Birbirlerine söyleyemedikleri onca şeyi paylaşırlar, kitap sonlara doğru daha da güzelleşiyor. Aslında görünenin, göründüğü gibi olmadığını, kitabın sonralarına doğru görmekteyiz. Bunun dışında kitap Montreal, New york, Paris ve Berlin arasında gidip gelmektedir. Soğuk savaş yıllarındaki Batı ve Doğu Almanya günlerine ve Berlin duvarının yıkılışına kadar geriye gidip, o günlerin panoramasından da bize parçalar sunmaktadır. Kitabın içeriği aslında göründüğü gibi değil:)) Mutlaka okuyun, çok güzel bir aşk hikayesine de tanıklık etmiş olacaksınız….. Şimdiden iyi okumalar


Merhabalar

Merhabalarrr,

Blog’ta yazılarıma başlamadan önce kendimden az da olsa bahsetmek istiyorum. Çoçukluğundan bu yana tarihin kapsamına giren her şeyi sevmiş, sürekli araştırmış, öğrenmekten sıkılmamış, dedesinin Osmanlı tarihi ciltli kitaplarını, ilkokul yıllarının yaz tatillerinde en büyük uğraşı kabul etmiş, bıkmadan, sıkılmadan İmparatorlar’ın hayat hikayelerini okumuştur. Orta okul yıllarına geldiğinde Halkla İlişkiler Okumaya karar vermiş, Lise’de bu fikrinden caymış, Dedesi gibi Tarih öğretmeni olmaya karar vermişken, Arkeolojiyi kazanmıştır. Tarih’e yardımcı dal olan Arkeoloji’ye ilk başta ısınamamış, fakat gittiği kazılar, derslerinin hemen hemen hepsinin dia eşliğinde film tadında olması, bu mesleği bilimsel anlamda sevmeye başlamasına neden olmuştur. Yaz tatili nedir bilmez. Yazları sürekli çalışır:)

Hayatta en değer verdiği şey ailesi ve dostlarıdır. Kalıcı dostluklardan yanadır. Sabun köpüğü dostluklardan, menfaate dayalı ilişkilerden asla haz etmez. Denizi çok sever. Canı sıkıldığında kendini sahile vurur. Yürür ve denizi seyreder, ya da bir kitapçıya girip, kitap kokusunu içine çeker. Bazen arkadaşları kendisine çok kırılgan olduğunu söyler. Bazen onlara hak vermeden edemez:) İnsanları kırmamaya özen gösteririr. Herkesi olduğu gibi kabul eder. Kimseyi değiştirmek istemez, herkesin düşüncesine, hayata bakış açısına saygı duyar. En büyük zevki evde yatagının üzerine yatıp saatlerce kitap okumak ve film izlemektir. Genelde Antik Dönem ve Tarihi filmlerin yanı sıra biyografi tarzındaki filmlere bayılır. Çünkü insanların hayat hikayeleri onu çok çeker. Her insandan öğreneceği bir şey olduğuna inanır.

Avrupa yakasından daha çok Anadolu yakasını sever. Çünkü kendisi sakinliği sever. Avrupa yakasının o karışıklığı ve gürültülü hali onu hep yormuştur. O yüzden en çok Anadolu yakasınını sevmektedir. En sevdiği semt Moda, Cihangir, Nakkaştepe ve Üsküdar’dır. Çünkü ona göre İstanbul’un en güzel manzaraları oradan bakıldığında görülmektedir. En sevdiği yemekler arasında makarnanın tüm çeşitleri ve içinde tavuğun oldugu bütün yemekler onun için vazgeçilmezdir. Bazen çok lüks bir restoranda yemek yemeyi severken, bazenda Galata’da Kadıköy’de ekmek arası yediği balığı hiçbir şeye değişmez. Her yemeği denemekten zevk alır. Asla klasik bir yemek kültürü yoktur. Yeniliklere her zaman açıktır. Eskiden boş vakti çok oldugu için şiir ve kısa hikayeler yazardı. Eski müziklere bayılır. Jazz ve Blues’un yanı sıra klasik müzik hastasıdır. En sevdiği koku menekşe, en sevdiği renkler mor ve mavidir. Şu anda tek istediği yüksek lisansını bir an önce bitirmektir. :))